Atatürk’ün Entelektüel Zihin Haritası

Ekopolitik Panel & Zafer Toprak 

Belki de Atatürk’ün hiç tartışılmayan yeri entelektüel kimliği. Seven de sevmeyen de bu işle hiç uğraşmıyor ne hikmetse. Hocamla bunu konuşmak istiyoruz, buyurun hocam.

Zafer Toprak: Çok sağ olun. Eksik olmayın. Her şeyden evvel bu olanağı bana tanıdığınız için çok teşekkür ederim. Ben yirmi yıla yakın bir süredir Boğaziçi Üniversitesi lisansüstü programlar kapsamında Atatürk Enstitüsü’nün başında bulunuyorum. Biz yüksek lisans ve doktora derecesinde disiplinler arası bir enstitüyüz. Hocalarımız daha çok farklı disiplinlerden gelen hocalar. Tanırsınız Ayşe Buğra, Şevket Pamuk, Çağlar Keyder; yani sosyoloji, ekonomi gibi disiplinlerden çok farklı disiplinlerin bir arada olduğu bir enstitü. Enstitünün çalışmaları epey ses getiriyor, onu belirteyim. Her sene tezlerimiz ödül alıyor. Kitaba dönüştürülüyor, yayınlanıyor. Bundan üç yıl önce filan dikkatimi çeken bir husus oldu. Anıtkabir derneğinin yayınlamış olduğu Atatürk’ün okuduğu kitaplar adlı bir dizi, 24 ciltlik. Burada bu 24 ciltte Atatürk’ün kütüphanesindeki 4 bin dolayındaki kitabın Atatürk tarafından altı çizilmiş sayfaları yer alıyor. Bu son üç yıl içerisinde dört bin kitabı kabaca görme fırsatım oldu. Önemli kesimlerini okuma fırsatım oldu. Özellikle Atatürk’ün vurguladığı kesimleri okuma fırsatım oldu. Buradan yola çıkarak bir tür entelektüel arkeoloji sürecine başladık. O bölük pörçük bilgilerden yola çıkarak acaba Atatürk’ün düşünsel yapısı nasıl şekillendi, bunu irdeleme çabası içerisinde olduk. Bu kitapların önemli bir kısmı Fransızcaydı, önemli bir kısmı eski Türkçeydi ve diyebilirim ki tarih ağırlıklıydı, dil ağırlıklıydı. Bir noktada Atatürk’ün 30’lu yıllardaki projesi ile çok yakından bağımlıydı. 30’lu yıllarda gerçekleştirdiği tarih tezleri ya da dil alanındaki gündeme getirdiği dönüşümlerle çok yakından bağlantılıydı. Bu arada şunu fark ettim, Atatürk ile ilgili herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var tabii, Atatürk ile ilgili yazılan, çizilen eserlerin büyük çoğunluğu Atatürk’ün askeri kimliğine ya da siyasi kimliğine yönelik. Özellikle bir düşünce adamı olarak, Atatürk biyografilerinde ayrılan yerin çok sınırlı olduğunu gördük. Diğer bir husus Atatürk ile ilgili yazılan biyografilerde kitapların %90-95’i 1930’a kadar. 30’lu yıllarda Atatürk ile ilgili çok az şey yazılmış durumda. Öte yandan Atatürk’ün söylev ve demeçlerine baktığım zaman keza aynı şeyi orada da gözlemleme fırsatım oldu. Atatürk’ün aslında siyasi bir lider olarak aktif politikadan 30’lu yıllarda çekildiğini gözlemleme fırsatım oldu. Atatürk aslında 1927’ye kadar, 1927 Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurultayıdır bildiğiniz gibi. Birinci kurultaydır ama ikinci kurultay olarak tarihe geçmiştir. Sivas Kongresi birinci kurultay olarak ifade edilir. 1927’den sonra Atatürk’ün pek fazla kitlelere seslenmediğini gördük. Bir Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle önemli bir konuşması vardır ama onun dışındaki konuşmaları daha çok meclis açış konuşmalarıdır. 1927 sonrası söylev ve demeçlere baktığımız vakit burada yer alan Atatürk ile ilgili konuşmaların, daha çok diplomatik misyonlar daha çok protokoler şeylerin yapıldığını gördük. Kısacası şunu ben rahatlıkla söyleyebilirim, 30’lu yıllarda aslında devleti fiilen yöneten daha çok hükümettir. Yani Reisicumhur değil. Hatta son zamanlarda Dersim nedeni ile Atatürk ile söylenenleri hatırlıyorum. Atatürk’ün aslında son dönemlerdeki imzaları da ıslak imza değildir arkadaşlar, onu da belirteyim. Yani mühürdür onlar bir ölçüde. Dersim ile ilgili alınan kararlar ve benzeri hususlar ile ilgili. Atatürk’ün üzerinde durduğu hassas olduğu konulardan bir Hatay’dır. Orada aktif bir şekilde Hatay konusuna dâhil olmuştur. Ama onun dışında Atatürk’ün 30’lu yıllardaki politikaya doğrudan müdahale ettiği çok ender olmuştur. En son, işte bir serbest fırka deneyimi vardır. Bu Serbest Fırka deneyimi ile ilgili olarak bu, çoğulcu siyasal yapıya geçme deneyimi olmuştur ama o da sonuç vermemiştir. Genellikle Atatürk, günlük siyasette geri plandadır ama buna karşılık, şunu hatırlatmada yarar var: yurttaş kimliğinin oluşması büyük ölçüde 30’lu yıllarda gerçekleşmiştir. Yani 20’li yıllarda Türkiye’de milli mücadele gerçekleşmiş, milli mücadele ertesi cumhuriyet kurulmuş, belirli bir hukuk düzeni kurulmuş, laik bir hukuk düzeni oluşturulmuş, bu alanda önemli bir mevduat çıkmış ama Atatürk şunu görmüş: 20’li-30’lu yıllarda bütün bu kurumsal dönüşümler, yasal düzenlemeler, bunlar toplumu bir noktaya kadar değiştiriyor aslında. İnşa edilmesi gereken bir yurttaş anlayışı var. Bunu görmüş. Atatürk’ün 30’lu yıllardaki bu çabaları büyük ölçüde yurttaşa yönelik. Yani yeni bir yurttaş kimliği oluşturmaya yönelik. Bu nereden geliyor diye bakarsak aslında Atatürk’ün çok iyi bildiği bir konu var. O da Fransız devrimi. Atatürk’ün cumhuriyeti inşa ederken kafasının geri planındaki model Fransız devrimi diyebilirim. Düşünür olarak esin kaynağı da Jean Jacques Rousseau. Aydınlanma döneminin önde gelen kimliklerinden biri. Zaten Fransız devrimi dediğiniz vakit büyük ölçüde Fransız devrimi ile Jean Jacques Rousseau arasında önemli bir bağ vardır. Çok kaba hatlarıyla gündeme getirirsek Aydınlanma evresinde genellikle siyaset literatüründe Türkiye açısından önemli iki kavram vardır. Bunlardan biri erkler birliği, güçler birliği kavramıdır. Yani Tevhid-i Kuvva o zamanki kavram, ki bizde özellikle 1921 Teşkilat-ı Esasiye bunun üzerine kuruludur. Güçler birliği yasama, yürütme ve yargının aynı bünyede yer alması, aynı çatı altında yer almasıdır. Bu görüşün kökenleri Rousseau’dadır. Erkler birliği dediğiniz vakit geriye sayarsanız Rousseau’ya ulaşırsınız. Bir de tabii güçler ayrılığı, erkler ayrılığı vardır. Parlamenter rejim dediğimiz yapının temelini oluşturur. 1961 Anayasası’yla meydana gelmiştir. Güçler ayrımını geriye saydığınız takdirde Montesqueu’ya varırsınız. İki ayrı düşünürden kaynaklanır. Şimdi Montesqueu’nun toplum modeli çok daha ılımlı bir modeldir, çok daha evrimci bir modeldir. Oysa Rousseau’nun modeli çok daha devrimci bir modeldir. Çünkü Montesqueu’dan yola çıkarsanız, büyük ölçüde hürriyetlere varabilirsiniz ama Rousseau’dan yola çıkarsanız egemenliğe varırsınız. Bunları aslında birbirini dışlayan faktörler olarak belirtmek istemiyorum ama model bunun üzerinedir. Şöyle ifade edeyim size; 1908 aslında hürriyetin ilanıdır. Jön Türk evriminde hürriyet sözcüğü ön planda yer alır. Ama milli mücadele ve ertesi gelişmelere baktığımız vakit hürriyet sözcüğünü çok daha tali bir noktada görürsünüz. Yoktur yani hürriyet sözcüğü. Daha çok egemenlik vardır. Yani Hâkimiyet-i Milliye dediğimiz kavram vardır. Ve İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye gibi bu kavramlar arkadaşlar tamamen Rousseau’dan esinlenmiştir. Yalnız milli sözcüğünün yerine halk kullanmıştır Rousseau o tarihlerde. Doğaldır yani halkın egemenliği der, halkın iradesi der. Bunları Atatürk almıştır, milli irade, biliyorsunuz, İrade-i Milliye bir derginin gazetenin adıdır. Hâkimiyet-i Milliye de cumhuriyetin temel resmi organıdır. Ki cumhuriyet büyük ölçüde Hâkimiyet-i Milliye üzerine kuruludur. Hâkimiyet- Milliye aslında öyle bir kavramdır ki hâkimiyetinin bölünmezliği üzerine kuruludur. Hâkimiyetin bölünmezliği tabii güçlerin de birlikteliğini gerektirir. Yani yasama-yürütme-yargının da birlikteliğini gerektirir. O nedenle 1921’den itibaren hükümetlere bakarsanız Büyük Millet Meclisi hükümetidir bu. Yani doğrudan doğruya bakanların hakları da vekildir. Kimin vekilidir? Meclisin vekilidir bunlar. Yani meclisin adına icraatta bulunan insanlardır, istedikleri vakit meclis bunları alaşağı edebilir ve meclis seçer doğrudan doğruya. Keza yargı konusunda bildiğiniz gibi İstiklal Mahkemeleri’ni düşünün, tamamen meclisin kurduğu mahkemelerdir, içlerindeki hâkim de değildir. Meclis milletvekillerinden oluşur. Kısacası her şeyden evvel cumhuriyetin kuruluş kurgusuna baktığımız vakit, bu tür bir milli irade vardır ortada. Milli iradenin ödülü de hâkimiyet-i millîyedir. Bu tür bir modeldeki yurttaş da aslında soyut bir yurttaştır. Bu yurttaş aslında kendi iradesini devretmişti, yurttaşlar iradelerini bir şekilde yönetime devretmişlerdir, her halükarda soyut yurttaşlar olarak yönetimin her türlü buyruğuna boyun eğmek zorundalardır. Bu tamamen milli hâkimiyet tezi görüşünün bir parçasıdır. Fransız devriminde de bu böyledir. Eğer o iradeye karşı gelirseniz sizi giyotin bekler. Nitekim Fransız devrimindeki Jakobenleri düşünün, bunlar birlikte Fransız devrimini gerçekleştirmişlerdir ama birbirlerini giyotine göndermişlerdir. Dalton’u düşünün, Vobesfier’i düşünün hepsi giyotine gitmiştir. O yüzden Nutuk’u okuduğumuz vakit orada özellikle Atatürk’ün silah arkadaşları konusundaki sert eleştirilerini de bu bağlamda değerlendirmemiz gerekir. Yani Ali Fuat Cebesoy olsun, Karabekir olsun, Bele olsun, bunlarla ilgili bu kadar sert görüşler aslında bu zihniyetin ürünüdür. Diğer bir deyişle “ya bendensin, ya benim düşmanımsın” anlayışıdır. Çünkü o denli kritik bir olaydır ki bu devrimin inşa süreci, aslında herhangi bir şekilde karşısında muhalif olarak yer alman seni düşman kılmaya yeterlidir. Aslında Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terakkiperver fırkasına baktığınız vakit Terakkiperver fırkası çok daha Montesqueu’ya yakın bir anlayışı gündeme getirir. Oysa Cumhuriyet Halk Fırkası daha Rousseauvari bir modelin ürünüdür. O yüzden Cumhuriyet Halk Partisi bir devrim partisi olarak tarihe geçmiştir. Aslında tabii ki Terakkiperver fırkası öyle gerici bir parti değildir. Ama cumhuriyetin gündeme getirdiği devrimi tökezletecek birtakım gelişmeler olarak görülebilir programındaki bazı açılımlar, yani devamlı geriye dönüş travmasını yaşamıştır; yani iktidarı bir ölçüde gevşettiği takdirde tekrar Osmanlıya bir dönüş olabilecektir, bunun endişesi içerisinde olmuştur. Biz tabii tarihi okuduğumuz vakit cumhuriyetin artık sağlam temeller üzerine oturduğunu varsayarız, bu nedenle de neden bunlara gerek vardı diye sorgulama gereğini duyarız. Ama durum böyle değildir. Hakikaten pamuk ipliğine bağlıdır rejim o dönemde. Ben size somut bir örnek vereyim, Atatürk, hayatı boyunca ölünceye kadar üzerinde iki tabanca birden taşımış. Dans ederken bile tabancalardan bir tanesini yaverine verirmiş, yatarken ise yastığının altındadır. Yani bu denli kritik bir dönemdir. Bunu göz ardı ederek tek parti dönemindeki rejimi değerlendiremeyiz arkadaşlar. Bugün rahatlıkla o döneme yönelik eleştirilerimiz oluyor ama o dönemin farklı bir dönem olduğunu kabul etmemiz gerekir. Çok farklı bir dönemdir iki dünya savaşı arası. Sırf Türkiye için mi? Hayır, dünya için de öyledir. Biz tarihçiler olarak iki dünya arası dönemi Katastrof çağı olarak nitelendiririz. Avrupa’yı karanlık Avrupa çağı olarak nitelendiririz. Mazovar’ın kitabını okuduğunuz takdirde Okslan’ın kitabını okuduğunuz takdirde böyledir. Büyük ölçüde karanlık çağdır bu dönem. Karanlık çağın uygarlığı da o çağa özgüdür. Bunu göz ardı etmemek gerekir. Bir kere bu hususu belirtelim. Mümkün olduğu kadar zamanı iyi kullanmak istiyorum. Sözlü olarak kullanmak istiyorum, resim kullanmaya gerek olmayacağını düşünüyorum. Arkadaşlar büyük ölçüde eğitimli arkadaşlar onun için konuşmayı tercih ediyorum. Şimdi birinci husus şu Atatürk’ün düşünce yapısını etkileyen en önemli şahsiyetlerden birisi Rousseau’dur. Kendisi de söylüyor zaten. 1 Aralık 1921’de çok önemli bir konuşması vardır. Bu ayrıca risale olarak da çıkmıştır. Bunu söylev ve demeçlerde bulabilirsiniz ama dili çok kötü bir transkripsiyondur, onu söyleyeyim. Anlaşılması epey zor, daha doğrusu transkripsiyon hataları vardır. Bu bence Nutuk’tan daha önemli bir konuşmadır çünkü bu konuşmada ortaya koyduğu şey neden Tevhid-i Kuvva, neden güçler birliği? Yaptığı en büyük eleştiri de güçler ayrımınadır. Onu nasıl eleştirir? 1876 Kanuni Esasiyi eleştirerek. Çünkü 1876 Kanuni Esasisi güçler ayrımı üzerine kuruluyor. Çünkü Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenini 1876 Kanuni Esasisinde görür. “Osmanlı’yı çökerten 1876 Kanuni Esasisidir” der. O nedenle güçler birliğini savunur. 1920’den yani Samsun’a çıktığı tarihten itibaren güçler birliğini savunur. O nedenle Atatürk bir takım insanlarca diktatör olarak görülür. Batı literatüründe eleştiriye tabi tutulmuştur. Atatürk’ün düşünce yapısının geri planında kim var diye düşündüğümüzde her şeyden evvel Rousseau’yu görmek gerekir. İki kişiden daha söz edeceğim sizlere. Bu tarama arkeolojik çalışma sonucu yakaladığım hususlar. Son zamanlarda yedi makale şeklinde Toplumsal Tarih’te yayınladım. Son bir yıldaki yayınlara baktığınız takdirde bunları bulabilirsiniz. Bunlar aslında kitap olarak da çıkıyor. Yani en son Aralık sayısında Darwinizm’den Ateizme adlı bir makale. Özellikle Cumhuriyet yıllarında Darwinist görüşler nasıl gelişti? Buradan Ateizme nasıl varıldı? Onunla ilgili bir makale. Şimdi oraya gelmek için Türkiye’de tarih anlayışının nasıl geliştiğine bakmamız gerekir. 19. yüzyıl Tarih kitaplarına bakıyoruz arkadaşlar. 19. yüzyılda idadilerde, rüştiyelerde okutulan ya da yüksekokullarda okutulan tarih kitaplarına bakıyoruz. 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu tür bir tarih anlayışı oluşmaya başlamıştır. Ondan önce zaten doğru dürüst Sübyan mekteplerinde tarih falan okutulmuyordu. Medreselerde daha çok peygamberler tarihi okutuluyordu. Ayrıca vakanüvis tarih okutulmuyordu. Tarih eğitimi 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlıyordu. Bu tarih eğitiminde genellikle iki alan oluştu 19. yüzyılın yarısından itibaren. Bu kısmen Tanzimat’ın gündeme getirdiği dönüşümlerle yakından bağlantılı. Bu tarihlerin iki kolu özellikle ilk çağ tarihleri ile ilgili. Tarihi Mukaddes, kutsal tarih denilen bir alan var. Özellikle insanlığın ilk evresi ile ilgili olarak gündeme geliyor. İkincisi ise Tarihi Temeddün. Bu, Batıdan aldığımız uygarlık tarihi diye nitelendirdiğimiz bir şey var. İki tane böyle bölümden oluşuyor tarih kitapları. 1908’e kadar bu böyle. Tarihi Mukaddes ve Tarihi Temeddün. Tarihi Temeddün Batı’dan aldığımız Uygarlık tarihi işte Yunan Roma Ortaçağ vb. bir tarih süreci. Tarihi Mukaddes de peygamberlerin genel olarak bir tarihinden oluşuyor. Aynı zamanda da Hz. Muhammed’in hayat öyküsü veriliyor bu kısımda. Aslında bu sırf ortaokulda liselerde değil, üniversitede de böyle. Benim size burada bu ilk çağ tarihi dediğimiz şeyden bahsederken Fezlekei Tarihi Umumi’yi söylemem gerekir. Bu 19. yüzyıl sonunda çıkmış bir ders kitabıdır. Buna baktığımız vakit idadiler için hazırlanmış bir kitap olduğunu görüyoruz. Burada gördüğünüz gibi tarih Mukaddes ve Temeddün olarak ayrılmış durumda. Tarihi Mukaddes’te Tarihi Enbiya yani peygamberler tarihi Hz. Muhammed’in yaşamı ve bunlardan oluşan bir bilgi ve burada da belirttiği gibi Tarihi Kadim yani ilk çağ tarihi Hz. Adem ile başlıyor. Yani 20. yüzyıla kadar Osmanlı’nın ilk çağ tarihi ile bilgisi M.Ö 5000-6000’e rastlıyor. Çünkü Roma’da bu kutsal kitaplarda Hz. Adem’in Tanrı tarafından yaratılışı M.Ö 5000-6000 yıl geriye kadar çekilmiş durumda. Bizim bütün bilgimiz ilk çağlardaki bu kutsal kitaplarla ilgili bilgilerdir. Tabii geriden izliyoruz. Özellikle Avrupa’da o tarihlerde ilkçağ diye özellikle antropoloji ve arkeolojinin bulguları ile birlikte çok daha gerilere gidilmiştir. Ama bizde maalesef 20. yüzyıla kadar ilkçağ tarihi bunlarla bağlantılı. Bu bilgimiz din kitaplarından bildiğimiz gibi: Hz. Âdem topraktan yaratılıyor, onun kemiğinden Havva yaratılıyor ve cennete gönderiliyor; burada haram bir ağaçtan yasak meyveyi yediği için dünya üzerine ceza olarak sevk ediliyor. Bu bildiğimiz klasik din kitaplarındaki öykü. Hatta bir dipnot atılıyor. Hz. Adem Serendip adasına yani şimdiki Sri Lanka’ya indirilmiş oluyor. Hz. Havva da Cidde’ye indirilmiş oluyor. Bunlar aslında tarih kitabında yer alıyor onu da belirteyim. Bu bilgiler dini kitaplarda değil, ortaöğrenimde, lise ve üniversite öğrenimindeki tarih kitaplarında yer alan bilgiler. Burada Adem ve Havva’nın cezalandırılıp dünyaya indirilişini görüyoruz. Mesela İttihatçılardan Mehmet Murat’ın Tarih-i Umumisinde de aynı bilgilerle karşı karşıyayız. Bu üniversite için Türkiye’de okutulan bir tarih kitabıdır aynı zamanda. Benzer bir öyküyle karşı karşıyayız. 20. yüzyıla baktığımız vakit Tarihi Mukaddes başta yer alıyor. Ondan sonra Şarki Asya-Doğu Asya- Mısır’da da Sami kavimleri, İranlılar, Yunanlılar, Atina Cumhuriyeti, Makedonlar, ilk çağ tarih kitabının içinde yer alan bahisler bunlar. Şimdi aynı şeyi burada da görüyorsunuz. Rikkat ve tufan olayı burada, Hz. Adem de devreye giriyor. Tevrat-ı Şerifin temel kaynak olduğu belirtiliyor. Burada bildiğiniz gibi Hz. Adem tufan oluyor, Nuh peygamber devreye giriyor, uygarlığın yayılışı şeklinde bir tema yer alıyor. Nitekim işte bildiğiniz gibi Nuh Peygamber’in tufan öyküsü kutsal kitaplarda okuduğumuz hususlar. Bunlar da aslında Nuh peygamberin oğulları. Zaten uygarlık bu üç oğlan evlattan oluşuyor. Daha sonra dünya ölçeğinde değişik uygarlıkları oluşturması. Burada tabii Kara Afrika’nın nasıl ortaya çıktığını da görüyorsunuz en aşağıda. 20. yüzyıla girerken Kara Afrika ile ilgili bilgimiz üniversite düzeyindeki bir kuruluşta bu düzeyde. Onu belirteyim. Tabii bu 1908 ile birlikte sona eriyor arkadaşlar. Tarihi Temeddün ile Mukaddes tarih ayrılıyor. Mukaddes tarih ile bilgiler din kitaplarına aksediliyor. Ama onun dışında normal bir ilk çağ tarihi oluşturulmaya başlanıyor. Bu ilk çağ tarihlerinin anlayışı 1929’a kadar devam edecek. Burada ben Ali Neşat’ı koydum. Ali Neşat, çünkü II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında cumhuriyetin ilk 10 yılında bütün ortaokul, lise tüm ders kitaplarını yazmış kişi. Maarif müsteşarlığı yapmış bir kişi. Buraya baktığınızda arkadaşlar Kapel Tarih diye yine tarih öncesinde bir yer var ama bu da son derece sınırlı bilgileri içeriyor ama deminki uhrevi bilgileri içermiyor. Nelere bakıyorsunuz? Verdiği bilgiler şu kadar. Çok eski zamanlarda yeryüzünde insanların bulunmuş oldukları muhakkaktır. İnsanlığın evrimi ile bilgilerimiz bunlardan ibaret. Bunu söylüyoruz. İlk insanların at üzerinde nerede zuhur ettikleri malum değildir. Bilgimiz bu düzeyde. Şimdi bu arada şunu söyleyeyim arkadaşlar: Cumhuriyet Türkiye’sinde etkili olan en büyük düşünürlerden birisi de Emile Durkheim, sosyolog. Yani bizim ulus devlet inşa sürecimizdeki sosyolojik yapının gerisinde Emile Durkheim vardır. Yani Ziya Gökalp’in düşünceleri büyük ölçüde Durkheim’dan esinlenmiştir. Şunu da söyleyebilirim, Durkheim’in eserleri Türkçeye İngilizceden önce çevrilmiştir. Bu kadar önemlidir. Toplumsal İşbölümü adlı bir kitabı vardır. Bu 1923 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. İngilizcesi 1933’te çıkmıştır.. Bu denli önemlidir bizim için. Kim tarafından çevriliyor? Büyük Millet Meclisi tarafından. Durkheim bizde en iyi bilinen sosyologdur. Durkheim sosyolojisi bizde uzun yıllar hâkim bir konum azletmiştir. 1923. Durkheim III. Cumhuriyet konsasının düşünürü, sosyoloğudur. Bizim cumhuriyet modelimizin üç aşağı beş yukarı esinlendiği kaynak III. Cumhuriyet modelidir. Fransız III. Cumhuriyetinin radikal partisi de bizim Cumhuriyet Halk Partisi’ne örnek olmuştur kuruluş aşamasında. Bizim laiklik anlayışımız da III. Cumhuriyet Fransa’sından esinlenmiştir. Bu dönemde yapılan çevirilerin önemli bir kısmı Fransızcadandır ve III. Cumhuriyet düşünürleridir. Birkaçını örnek olarak gösteriyorum. Mesela Türkiye’deki Pozitivist Hukuk anlayışı tamamen Leon Divi’den esinlenmiştir. 1923-1924 Hukuku Esasiye yani Fransız anayasa kitabını Türkçeye çevirme gereği duyuyoruz, yani diyebilirim ki Leon Divi’nin pozitivist Hukuk anlayışı on yıllarca hâkim olmuştur Türkiye’ye. Hukuk fakültelerinde okutulan hukuk Leon Divi’nin pozitivist hukuk anlayışıdır. Gene başka bir kitaptan söz ediyorum. Albert Mathiez’in “Fizyokratlardan Günümüze İktisadi Mezhepler Tarihi”. Bunu okuduğunuz vakit bizim tek parti döneminde ekonomik modelimizi de devletçilik dâhil olmak üzere görürsünüz. Yani bütün bunlar III. Cumhuriyet Fransa’sının düşünürleridir ve hepsi üç aşağı beş yukarı aynı tarihlerde Türkçeye çevrilmiştir. Şimdi yeni bir kitap dizisine geliyoruz. Atatürk ne okudu diye baktığımız vakit, gene burada birtakım o nedenle arkeoloji diyorum, Atatürk’ün kütüphanesi ile yetinmiyorsunuz, çok değişik kaynaklardan Atatürk’ün yazdıklarından çıkarma çabası içerisindesiniz. Atatürk’ün sofrasındaki insanların bu konudaki bazı görüşlerine anılarına bakmak durumundasınız, Ruşen Eşref Günaydın’a baktığınız vakit şöyle bir şey diyor: “Atatürk, sürekli Fransa’dan kitap siparişi veriyordu” hakikaten bunları biliyoruz neden sipariş ettiğini. Hatta Bilal Şimşir bu konuda ilginç bir makale yazdı, Fransa’daki Türk elçiliğinin arşivlerine girmiş ve Atatürk’ün sürekli Fransa’dan kitap getirttiğini biliyoruz. Bu kitapların içerisinde çok önemli bir dizi var. Bu da İnsanlığın Evrimi adlı dizi. Bu dizi arkadaşlar son derece önemli bir dizidir, bugünkü çağdaş tarihçiliğimizin temelinde yatan dizidir. Biz tarihçilikte Annales diyoruz bir sürü yapısalcı tarih diyoruz, bütün bunların temelinde bu söylediğim Evolution vardır. Yani bildiğimiz tüm ünlü tarihçiler bu ekolden gelir. Atatürk bu kitapları getirtiyor. Bunların başında da Hammer denilen kişi de bütün bu tarihin sentezi daha doğrusu eski diplomatik siyasi tarihi bir kenara bırakıyor, tarihin çok daha disiplinler arası bir tarih anlayışına doğru sevk ediyor. Bu dizi içerisinde çok önemli bir kitap var arkadaşlar. Bu kitabın yazarı da Atatürk’ün yakın dostu. Ve İsviçreli bir antropolog. Her geldiğinde Atatürk’ü ziyaret ediyor, Türkiye hayranı bir antropolog. 1910’ların başından itibaren Türkiye’de antropoloji araştırmaları yapan bir kişi. Bunun adı da Öjen Pitar. Öjen Pitar’ın gene bu diziden çıkmış Evalisyon gibi çok önemli bir konudan çıkmış kitabı var: Irklar ve Tarihi. Bu kitap arkadaşlar Atatürk’ün satır satır okuduğunu var saydığımız bir kitap. Anıtkabir’in yayınlamış olduğu 24 cildin 22’si sırf bu kitaba ayrılmış durumda. Her satırın altı çizili. Tabii bunlar acaba Atatürk’ün çizdiği satırlar mı, bilemiyorum ama Atatürk’ün daha sonraki düşünce yapısı, Türk tarih tezlerine baktığımız vakit, büyük ölçüde bu kitaptan esinlendiğini görürsünüz. Bu kitap, ayrıca şurada da belirtiliyor, Ruşen Eşref bu kitaba gönderme yapıyor, hakikaten bu kitap Türkiye’de tarihçinin omurgasını oluşturan iki tarih kitabından biri. Bu kitap gerçekten son derece önemli. Fakat ilginç bir şekilde bu kitap Türkçeye çevrilmedi. Çevrilmemesinin de nedenleri var. Ayrıca bu kitabın dili çok ağır. Atatürk’ün bunu yalnız başına okumasını düşük buluyorum çünkü Atatürk’ün Fransızcasının bu denli ileri bir Fransızca olduğu kanısında değilim. Ruşen Eşref’in çok ileri bir Fransızcası var. Afet İnan’ın çok ileri bir Fransızcası var. Atatürk’ün sofrası aynı zamanda bir çalışma ortamı olduğu için Atatürk bunun içindeki bilgilere vakıf. İtalyan birliğinin oluşması ile ilgili yanına notlar almış, onun Atatürk’ün notları olduğunu biliyoruz. Çizgilerin büyük ölçüde Atatürk’ün olduğunu varsayıyoruz çünkü Atatürk bu kitabı biliyor.

Tarık Çelenk: Hocam affedersiniz, bu kitabın çevirisini yapma şansı yok mu?

Zafer Toprak: Yapılmadı, bu kitap 1924’te yayınlandı ve 1926’da hemen İngilizceye çevrildi, çok önemli bir kitap, kendi alanında antropoloji alanında son derece önemli bir kitap. Atatürk’ün düşünce yapısını etkileyen faktörlerden birisi de Afet İnan arkadaşlar. Afet İnan manevi kızı bildiğiniz gibi. Ama İnan, aslında çok uyanık bir kadın. Atatürk’ün üzerinde çok büyük etkileri olmuş bir kadın Afet İnan. Atatürk’ün birden fazla manevi kızı var. Afet İnan’ın Atatürk’te bambaşka bir yeri olmuştur çünkü onun eğitimine son derece önem vermiştir, onu Notre Dame de Sion’a göndermiştir, orada Fransızca öğrenmesini sağlamıştır, daha sonra İsviçre’ye göndermiştir, demin gösterdiğim Öjen Pitar’ın yanında antropoloji doktorası yapmıştır, onu unutmamak gerekir. Burada da İnan’ın doktora tezini görüyorsunuz. Bu doktora tezi 1939’da 41’de yayınlandı Fransızca olarak. 1947’de Türkçe yayınlandı. Başlık da şu: “Türkiye Halkının Antropoloji Karakterleri ve Türkiye Tarihi”. Burada gördüğünüz 64 bin kişi üzerinde anket. 1937 yılında Türkiye’de, dünyada ilk defa bu ölçekte, bir antropoloji anketi yapılıyor. Bütün Türkiye seferber ediliyor buna. Ordu seferber ediliyor, sağlık bakanlığı seferber ediliyor, milli eğitim bakanlığı seferber ediliyor. 64 bin kişinin ölçüleri alınıyor. Tabii buradaki ırk sorunu ile bağlantılı olarak kafanızdaki bazı soruları giderme bağlamında gündeme getireyim. Eugene Pittard’ın kitabı neden önemli? Şimdi o tarihlerde biliyorsunuz iki dünya savaşı arasındaki dönemde aryan ırk kavramı özellikle oluşmaya başlıyor Hitler Almanya’sı ile birlikte. Şimdi Eugene Pittard’ın Irklar ve Tarih adlı kitabında şöyle bir görüş var. O zamanki fiziki antropoloji artık biyolojik antropolojiye dönüşmüş durumda. O zaman bugünkü gen anlayışı yok tabii, insanların evriminde bakabilecekleri tek şey insanların kemik yapısı. Kemik yapısında kafatasının ayrı bir konumu var. Ve 19. yüzyıldan itibaren antropolojik çalışmalarda genelde iki tür kafatasının üzerinde duruluyor; bunlardan biri geniş yüzü oluşturan kafatası, öbürü dar yüzü oluşturan kafatası. Bu kabaca şu iki açının daha doğrusu uzunluğun kulaktan kulağa burundan enseye olan uzunluğun orantıları ile bağlantılı. Eğer yüzünüz dar ise dolikosefal kafa yapısına sahip oluyorsunuz, yüzünüz geniş isebrakisefal kafa yapısına sahip oluyorsunuz. Yapılan antropolojik çalışmalarda şu görülüyor. Özellikle İsviçre göller bölgesinde uzun yıllar dolikosefallerin yaşadığı bir coğrafya var. Geniş yüzlü olanların bir şekilde o coğrafyaya geldikleri görülüyor. Tabii brakisefallerle dolikosefaller karışıyor ama bu dönüşümü sağlayanlar, brakisefaller oluyor. Bu brakisefallerin göç yollarına bakıldığı vakit bu göç yolları ta Orta Asya’ya kadar gidiyor. Yani şöyle bir tez oluşuyor, brakisefaller aslında Avrupa’ya Asya’dan gelmişler, göç yollarının bir kısmı Karadeniz’in kuzeyinden geçiyor, bir kısmı Karadeniz’in güneyinden göçmüş. Eugene Pittard şunu diyor: “Farklı uygarlığın bileşkesi aslında uygarlığı yaratıyor.” Bilakis ayrılmış ırk anlayışından çok bileşken bir ırk ayrımına gidiyor. Bu arada tabi uzun yıllar Türklerle ilgili Batı’daki literatür Türklerin sarı ırka mensup oldukları, Mongol oldukları tarzında geniş bir literatür var. Atatürk’ün tepkilerinden, antropolojiye yakın durmasının nedenlerinden biri de bu. Nitekim bu 64 bin kişi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye’deki insanların brakisefal olduğu ortaya çıkıyor. Yani Avrupa’ya uygarlığı götürmüş olan insanların kemik yapısına sahip oldukları ortaya çıkıyor. Gene keza Türkiye’de de bu tür bir antropolojik yapıdan alınan sonuç Türklerin öyle Mongol ırkından olmadıkları, Batı Avrupa’da insanlar ne ise Türklerin de üç aşağı beş yukarı benzer bir fizik yapısına sahip oldukları ortaya çıkıyor. Bu fizik antropoloji olayı bu iki dünya savaşı arasında son derece ön planda yer almış bir anlayış. Daha sonra bu ırk sorunsalı nedeniyle bir kenara bırakıldı. Bugünkü antropoloji bildiğiniz gibi kültürel antropoloji, sosyal antropoloji olarak ön planda yer alıyor. Pittard II. Türk Tarih Kurulu Kongresi’nin de fahri başkanı. O denli önem veriliyor kendisine. 1937’de Pittard başkanlık ediyor. Şimdi Pittard’ı bir kenara bırakalım, ikinci önemli şahsiyet Wells denilen bir kişi. Ben yıllar boyu Atatürk Enstitüsü’nün başında bulundum Nutuk’u bilmem kaç kez okudum ama Nutuk’un içerisindeki Wells ile bu insanın aynı olduğunu bir yıl önce keşfettim. Onun üzerine hemen bir makale yazdım. Nutuk’ta bir tek yabancı yazardan söz edilir, o da Wells. Aslında Wells’i çoğunuz çok iyi biliyor, kurgu bilim ustası gibi bir şey, filmlerini devamlı seyrediyorsunuz. Bu arada Wells’in bir biyolog olduğunu da hatırlatmak isterim. Wells aslında Huxley’in öğrencisi. Huxley de Darwin’in öğrencisi. Wells ve Huxley aslında birbirlerini tetikleyen insanlar.

….

Soylesinin tamami icin tiklayiniz.

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5969&pid=11

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.