“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmekte, gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmaktadır. Sen aklını başına al da, ömrünü, şu içinde bulunduğun bugün say. Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun? Kah cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile, kah iyi yemek içmek endişesi ile, bu aziz ömür geçip gitmekte, her nefesde eksilmede. Ölüm bizi, birer birer çekip alıyor, onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile benzi sararıp durmadadır. Ölüm, yolda durmuş bekliyor. Efendi gezip, tozma sevdasındadır. Ölüm kaşla göz arasında, onu hatırlamaktan bile bize daha yakın. Fakat gaflete dalanın aklı nerelere gitmekte, bilmem ki? Teni besleyip, şişmanlamaya bakma, çünkü o sonunda toprağa verilecek, mezar kurtlarına yem olacak bir kurbandır. Sen gönlünü manevi gıdalarla beslemeye bak. Yücelere gidecek, şereflenecek odur. Bu leşe yağlı, ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen şehvetine, nefsani arzularına kapılıyor, sonunda rezil olup gidiyor. Sen ruha manevi yiyecekler ver, yağlı ballı düşünüş, anlayış, buluş gıdaları ver de gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” (s.421)
“Biz gittik, kalanlar sağ olsun, hoşça kalsınlar. Doğan mutlaka ölür. O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın, şu yerin altında çırak ne olmuşsa usta da o olmuştur. Direği rüzgardan olan bu bina, ne kadar dayanabilir ki? Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi sen de birgün Dünya’yı bırakıp gideceksin. Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evladın olsun. O geriye kalan iyilikler, gayb aleminin nurdan ipi ve Dünya’ya direk olanların ruhudur. O süzülmüş, seçilmiş, aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur. Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi, bir şekil bozulunca, başka bir şeklin temelini atarlar. Ben, bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum. Tufan benim ölümüm, vademin gelip çatmasıdır. Nuh’un gemisi de gayb aleminde pusudaki dalgaları bekliyordu. Biz de susmuş olanların, mezarlıkta uyuyanların arasına girdik, yattık uyuduk. Çünkü, sesimiz feryadımız haddi aşmıştı.” (s.421-422)
“Ey gönül verdiğim eşsiz ve yüce varlık, aşkına düşmüşüm, sevdana kapılmışım. Senin aşkın bir deniz, gönlümse bir balık, bu sebeple bir an senden ayrı düşsem yaşayamam. Balıklar suyun dışında bir an bile yaşayamazlar. Aşıklar da gönüllerini kaptırdıkları sevgilinin ayrılığına sabredemezler. Balığın canı sudur. Balık, canından ayrı düşmeye sabredebilir mi? Cana sabredilmezse, canın canına nasıl sabredilebilir? İki Dünya da sensiz bana zindan kesilir. Senden ayrı olunca, ab-i hayat bile içsem bana, dokunur zarar verir. Çeşitli güzelliklerle süslenmiş şu Dünya evinde görülen bütün güzellerde, senin güzelliğinin kırıntıları var. Fakat hiçbiri senin yerini tutmuyor. Şekil, iz nerede? Şekilsiz olan, şekilden münezzeh olan, güzeller güzeli nerede?” (s.423)
“Aşk, göklere uçmaktır. Her an yüzlerce perdeyi yırtmaktır. Aşk, önce kendini nefsin isteklerinden kurtarmak, nefsani yollarda yürümekten ayak çekmektir. Dünyayı yok saymak, görmemezlikten gelmektir. Geldiği ve tekrar gideceği alemi düşünmek, kendini anlamaya, bilmeye çalışmaktır. Gönül’e dedim ki: Ey Gönül, aşıklar arasına karışman, herkesin bakmadığı yönden cihana bakman, gönüllerin sokaklarında koşman kutlu olsun. Ey gönül, bu duygu sana nereden geldi? Bu çırpınman nedendir? Ey gönül kuşu, kuşların dillerini söyle, ben, senin kapalı sözlerinin anlamını bilirim. Gönül dedi ki: Şu balçıktan yaratılmış eve uçup gelmeden önce, iş yurdunda, ezel aleminde idim. Sonra o iş yurdundan, o sanat evinden, uça uça, sanatı yaratanın evine geldim.” (s.424)
Resim: dpchallenge.com
.
Mevlana Rumi’den (V)
Mevlana Rumi’den (IV)
Mevlana Rumi’den (III)
Mevlana Rumi’den (II)
Mevlana Rumi’den (I)
.
>güzel bir yazı